Haftanın Kitapları: 10.03.2010

-
Aa
+
a
a
a

Yasemin İnceoğlu, Altan Kar

Dişillik, Güzellik ve Şiddet Sarmalında

Kadın ve Bedeni

Ayrıntı Yayınları, 2010, 216 s.

Selülitlerinden, bir başka deyişle “portakal kabuğu görünümü”nden kurtulmak isteyen kadınlar için bir krem reklamı dönüp duruyordu televizyonlarda. Reklamda, bu kremi kullanan kadının, bir yılanın ya da bir kerevitin kabuk değiştirmesi gibi, portakal kabuğu görünümündeki “dış kabuğu”ndan kurtularak “pürüssüz” bacaklara kavuşmasını izledik defalarca. Daha yakın tarihli bir reklamda ise, vücutta “istenmeyen tüyler”e karşı oynar başlıklı bir epilatör öneriliyordu. İlginç olansa; makinenin bu özelliği tanıtılmak istenirken epilatörün başlığının değil, reklamdaki kadının eğilip bükülmesiydi. Oynar başlıklı tıraş makinesi ya da tıraş bıçağı reklamlarında ise erkeklerin çenelerinin hiçbir zaman “yamultulmadığı” düşünüldüğünde, kadın bedenlerinin bu şekilde gösterilmesi daha da dikkat çekici bir hale geliyor ve “neden” diye sormayı kaçınılmaz kılıyor. Yaşar Çabuklu’nun Toplumsalın Sınırında Beden (Kanat Kitap, 2004) isimli kitabında yer alan “Katıların Mekaniğinden Akışkanların Anarşisine” başlıklı denemesi, yol gösterici olabilir: “Modern Batılı eril beden sert, kapalı, katı, kuru, diğer insanların bedenlerine mesafeli, kendi sınırlarını denetleyen bir bedendir. (…) Eril söylem, kadın bedenini denetlenemeyen, kabına sığmayan, güzergâhı önceden kestirilemeyen tehlikeli bir akışkanlar alanı olarak tanımlar ve bu ‘türbülansı’, ‘taşkınlığı’ katılara ait prensiplerle sınırlandırmaya çalışır. Bu söylem içinde kadın bedeni yumuşak, geçirgen, sızıntı ve akıntı yapan, dış dünya ile arasına net sınırlar çizememiş bir beden olarak görür.” Burada “akışkanlık” kavramı temel alınmış, ama benzer bir “sınırsızlık” ya da “katı olmama hali”, yukarıda bahsettiğimiz reklamlardan da yansıyordu sanki. Geçmiş dönemlerde bu düşünceler, kadınların toplumsal anlamda da belirli “sınırlar” dahilinde tutulmaları gerekliliğinin dayanaklarından biri olarak öne sürülmüş. Bahsedilen reklamlarda bu düşüncenin ön plana çıkarılmak istendiğini söylemek ne kadar mümkün? Böyle olmadığını kabul ediyorsak da, acaba bunlar, bilinçaltlarımızda benzeri düşüncelerin varlıklarını halen sürdürdüğüne işaret ediyor olabilir mi?

“Dişillik”, “güzellik” ve “şiddet” kavramlarının ön planda olduğu Kadın ve Bedeni kitabında çift yönlü bir bakış söz konusu; bu kavramlar hem kadına dışarıdan yönelen birer baskı unsuru olarak hem de kadının kendi kendisine yönelttiği içselleştirilmiş bir zorunluluk duygusu anlamında irdelenmiş. “Çeşitli biçimlerde açıktan veya güzellik söylemiyle örtülü olarak kadın bedenine yönelen şiddet eğilimlerini ve bu bağlamda toplumsal söylem ve kabulleri eleştirel bir yaklaşımla ele almak amacıyla” hazırlanan kitap, yedi bölümden oluşuyor. Örneğin ikinci bölümde Belkıs Kümbetoğlu, “kadınların şiddete maruz kaldıklarında hissettikleri ve bedenlerine yansıyan değersizlik duygusunu” tartışmaya açıyor; dördüncü bölümde Nilgün Tutal Cheviron ise “hem ekolojist hem de feminisit bir yönetmen” olarak nitelendirilen Hayao Miyazaki’nin, özellikle Küçük Cadı Kiki karakteri üzerinde duruyor; beşinci bölümde ise İnci User, “çeşitli biyoteknolojik müdahalelerin kadın bedeni ve benliği üzerindeki etkileri ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin pekişmesine katkıları”nı ele almış.

Sonuç olarak, sosyal bilimler alanında kadın bedenine yönelik yapılan pek çok çalışmaya ve ilişkili literatüre yeni bir katkı Dişillik, Güzellik ve Şiddet Sarmalında Kadın ve Bedeni.  

Arno Gruen

Demokrasi Mücadelesi:

Radikalizm, Şiddet ve Terör

çev. İlknur İgan

Çitlembik Yayınları, 2010, 142 s.

Aslında Gruen bu kitabını yazmaya, sağ radikalizme ilişkin deneyimlerini toparlamak niyetiyle başlamış, ancak süreç içerisinde şiddetin oluşumu üzerinde de daha ayrıntılı durması gerektiğini fark etmiş. Dolayısıyla, iki ana koldan ilerleyen bir çalışma olmuş Demokrasi Mücadelesi. Gruen şiddetin oluşumunu, daha önce yayımlanmış kitaplarından aşina olduğumuz şekilde psikanalitik bir bakış açısıyla ele alıyor ve şiddet sorununun bir yüzü olarak da kişilerden ve somut olaylardan yola çıkarak sağ radikalizm üzerinde duruyor. Bu çerçevede çocukluğa, kendine acıma ve kurban konumunda olma kavramlarına değinmekle birlikte, örneğin sağ radikalizmi kapsamlı bir biçimde değerlendimek açısından önem taşıdığına inandığı sol şiddeti, sol radikalizmi de söz konusu etmiş... Kitabın son sayfaları da, şiddetle başa çıkma konusunda “ne yapmalı” sorusunun cevaplandığı bölüme ayrılmış.

Engin Geçtan

Zamane

Metis Yayınları, 2010, 100 s.

Şu sıralar çalışmalarını psikoterapist olarak sürdüren Engin Geçtan’ın kitaplarında psikiyatri çerçevesini hissetmemek mümkün değil, ancak kaleme aldıklarının meslek dışı okuyucular tarafından da oldukça ilgi görmesinin ardında bu çerçeve içerisine somut olayları, deneyimlerini ve hepimizin tanıklık ettiği süreçleri yerleştiriyor olması yatıyor. Zamane isimli bu son kitabında da Engin Geçtan, Türkiye’nin adaletli bir yer olup olmadığı, toplumsal değişme, kimlik sorunları, otorite, korku ve gölge gibi konulara bir bakış atıyor.

Hikmet Hükümenoğlu

47 Numaralı Kamara

Everest Yayınları, 2010, 215 s.

Hikâye, hurdaya çıkmadan önceki son seferini yapmakta olan bir zamanların lüks bir yolcu gemisinde geçiyor. Bu yolculuğun özel davetlileri arasında bir yazarın olması, üstelik bu yazarın romanın daha ilk paragrafında şöyle bir söz etmesi; “Böyle acayip bir yolculukta insanın aklına ister istemez tekinsiz öyküler geliyor; ihanet öyküleri, intikam öyküleri, kanlı bıçaklı cinayet öyküleri”, ilk bakışta polisiye bir kurguyla karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor. 47 Numaralı Kamara, başlı başına bir polisiye olmasa da Hikmet Hükümenoğlu’nun önceki kitaplarından aşina olduğumuz o gerilimli, tekinsiz atmosferin bu romanına da sindiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Hikâyenin geçtiği mekânla, merkezindeki hayalet yazar konusuyla, gemideki bir avuç yolcudan yazar Hikmet Bey, karısı Merve ve kendisini kitapların asıl yazarı olarak gören Murat arasındaki biraz da sırlarla dolu ilişkiyle, ortak geçmişleriyle diken üstünde hissettiren bir roman...